Meşveret, Meşrutiyet, İstibdat ve Diğer Şeyler
Öncelikle zamanda yolculuk yapılabildiği hissi veren Ziya
Paşa’nın Cumhuriyet idaresiyle Şahsi idarenin farkı üzerine 1867’de
yazdıklarından bir kuple aktaralım:
“Cumhuriyet
idaresinde padişah, imparator yoktur; memleketin padişahı da imparatoru da
halkın kendisidir…
Zengin ve fakir herkes aynı haklara sahiptir…
Cumhuriyet
idaresinde gazeteler hükümete yaltaklık yapmak mecburiyetinde değildirler…
Hükümetin en
küçük bir kusurunu bile dev aynasında göstererek kıyametler koparırlar…
Meclis
üyelerinin öteki kimselerden farkı meclis üyesi seçilme onurundan ibarettir…
Onların
faytonları, yaverleri, çavuşları, sarayları, köşkleri, uşakları yoktur…
Görevleri
yüzünden zengin olmayı düşünemezler…
Mahkemeler
özgür ve bağımsızdır. Bütün kararları özgür iradeleriyle kanuna uygun olarak
verirler.
Ne meclisin
ne başkanın bunlara karışmaya hakları yoktur.
Şahsi idareye
gelirsek;
Sanki
memleket bunların dedelerinden, babalarından kalmış bir çiftliktir. Ahali de
çiftlikteki damızlıklar gibi milyon milyon, halkı çalıştırır soyarlar,
ellerindekini alır zevk-ü sefa içinde yaşarlar…
Düşmanlık
beslediği adamı hiçbir suçu günahı yokken sürgüne gönderir, zindana atarlar...
Bütün bunlara
rağmen halkın itiraz etme hakkı yoktur.”
Halkın itiraz etme hakkının olmadığı bu şahsi idare,
miadını doldurduğunun uzun yıllar farkına varamadı. Yüzyıllar süren çözülüşün
tüm hızıyla devam ettiği o süreçte, her şeye rağmen pederşahi sistemi ayakta
tutmaya çalışma tavrı, imparatorluğu hazinesinde beş kuruş kalmayacak ama
saraylarında zevk-ü sefadan geçilmeyecek düşkünlüklere sürükleyene kadar
sürdürüldü. Dipten, merkezinde halkın öncü neferlerinin olduğu derin ve güçlü
bir dalganın gelmesi beklenmişti belki de. Fakat bu, sistemin doğası gereği
hiçbir zaman gelmedi. Toplumun içerisindeki unsurların zaman zaman
başkaldırdıkları vakiydi, lakin bunlar, devletin yanlış giden yönlerine dikkat
çekme amacına değil, ayaklananların “avantalara ortak olmaya çalışma” saiklerine
bağlanıyordu ve Fransa’daki sınıfsal örnekleriyle pek de bağdaşır bir yanı
yoktu.
Gökhan Çetinsaya’ya göre, Osmanlı düzeninin iyiden
iyiye topalladığı 19. Yüzyılda, 1840’lardan 1870’lere kadar bütün siyasi fikir
tartışmaları ve siyasal elitler arasındaki mücadele, devletin nasıl
kurtarılması gerektiği noktasına gelip dayanıyordu. Ziya Paşaların, Namık
Kemallerin, hatta daha önceki Osmanlı Kalemmiye sınıfının çözmeye çalıştıkları
problem de özü itibariyle devletin nasıl kurtarılacağıydı. Bu meseleye
birçoğunun farklı enstrümanlarla yaklaştıkları, kiminin İttihad-ı Anasır fikri
ile Osmanlıcılık fikrine, kiminin İslam birliği üzerinden Panislamizme ve daha
küçük ama zamanla çok daha fazla etkili olacak bir kısmının ise Türkçülük
olarak bilinen ve Panslavizmin yerel versiyonu olarak düşünebileceğimiz
fikirlere tutunduklarını göreceğiz.
Bütün bu araçlara gelene dek, 19. Yüzyıl öncesi
Osmanlı düşüncesine hakim olanın aslında Klasik düzenin bozulması üzerine
zoraki olarak – dışsal bir etkiyle geliştirildiklerini, bütün bu fikirlerle de
ulaşılmaya çalışılanın, tam da bu noktada bozulan tımar düzeninin yeniden
tesisi için çözümler (Kahr ile olsa da) öneren Koçi Bey’in layihalarında
gözlemlenebilecek olan o eski, güzel günlerin adeta yeniden canlandırılması
meselesi olduğu göze çarpacaktır. “Geleneksel düzenin rehabilitasyonu”
denilebilecek olan bu yöntem, Kınalızade Ali’de görülen Medine-i fazıla (Faziletli
şehir) ile Medine –i gayrıfazıla (Sapık şehir) ayrımında olduğu gibi bozulmuş
bir şeylerin tamir edilmesi düşüncesini “Avrupa ile araya mesafe koyarak” ifade
etme kaygısını taşır. Özleri itibariyle tüm bu yaklaşımların Makyavelli’nin
İtalya’da yaptığına benzer şekilde Osmanlı’da deforme olan iktidarın yeniden
üretimi için yapılan bir takım çalışmalar olarak görmek mümkündür.
19. yüzyıla geldiğimizde ise Avrupa’nın Osmanlı
aydınındaki imajı kökten bir şekilde değişir ve Medine-i gayrıfazıla ilan
edilmiş olan o habis Avrupa tahayyülü, hayran olunacak bir ideale, yani;
Osmanlı modernleşmesi denilen evreyi başlatacak olan, Mehmet Ali Kılıçbay’ın
deyimiyle “yenilginin palyatifi”ne dönüşür. Bu dönüşümün Ziya Paşa / Namık
Kemal / Ali Suavi duruşundan Ahmet Rıza / Abdullah Cevdet / Prens Sabahattin
yörüngesine oturması belki de Osmanlı modernleşmesinin kısa elden anlatımıdır.
Cumhuriyet idaresiyle şahsi idarenin farklarına vurgu
yapan Ziya Paşa’nın yanında birçok başka Meşrutiyet yanlısı Osmanlı aydını
mevcuttu. Bu aydınların savundukları temel argümanların başında bir “muntazam
devlet” anlayışı vardı. Yani, her türlü keyfiyetin karşısında tebaanın
haklarını nizam dairesinde garanti altına alan ve padişah dahil tüm
devletlüleri belli bir normun içine sokmaya çalışan bir “meşruti anlayış” idi,
savunulan. (Şinasi’nin bildirir haddini
Sultan’a senin kanununun ifadesi mısra-ı berceste kabilinden dönemin ruhunu
anlamamıza imkan verir)
Sarayın keyfi iktidarına yönelik eleştirilerin sonuç
verdiği ve nihayet ilan ettirilen Meşrutiyet ile girişilen anayasal düzen,
içinde tuhaf tezatlıkları da barındırmıyor değildi. Padişahın siyaseten
sorumsuzluğunu garanti altına alan anayasa hükmü, Osmanlı klasik düşüncesine ve
İslam geleneğine tümüyle aykırı bir düzenlemeydi. Osmanlı’nın kudretli
dönemlerinde dahi padişahın sorumsuzluğu ilkesini garanti altına alan herhangi
bir düzenleme yoktu. Kanunu Esasi, bir yanıyla padişahın iktidarını
sınırlarken, bir yanıyla da onun eylemlerini kanunların üzerine çıkartarak meşrulaştıran
bir garanti mukavelesi işlevi görüyordu. Belki de bu noktada, Meşrutiyet’e
gelene kadar, Osmanlı bürokratları elinde önce Ali / Fuat Paşalar ile Mustafa
Fazıl Paşa ekseninin başını çektiği Meşveretçiler’in kısa temsillerinin, Mahmut
Nedim Paşa’nın başını çektiği İstibdatçılar’a geçişiyle gelişen rekabetin, 1876’da
Mithat Paşa’nın başını çektiği Meşrutiyetçiler lehine tamamlanması sonucunda
geliştirilen bir orta yolu bulma çabası olarak görmek daha uygun olacaktır.
Tabi bu orta yolu bulma hali, Abdülhamid’in Kanuni Esasi’yi birkaç ay
içerisinde askıya alacağı bilinseydi yine de denenir miydi, bilinmez.
Meşrutiyetçi muhalefete bakıldığında, itirazlarını
isyana teşvik etmekten şiddetle imtina ederek dile getirdiklerini görürüz.
Padişaha yönelik dikkatli bir nezakete her zaman sahiptirler ve hatta
muhalefetlerini öyle bir noktada dillendirirler ki, karşı karşıya
durduklarından tam olarak nasıl bir farklılıkları olduğu zaman zaman kafa
karıştırıcı olur. Bununla birlikte, temel itirazlar çerçevesinde karşı karşıya
gelinen nokta son derece açıktır: Sistemin İslam medeniyetine yapılan
referanslarla (Özellikle Ali Suavi’de) meşruti eksende yeniden tasarlanması ile
hükümdarın mutlak idaresinin koşulsuz şartsız devamına yönelik görüşlerdir. Bu
temel noktalar üzerinden yapılan tartışmalar siyaset tarihimizde karşılıklı
darbelerle fiili anlamda şiddet yoluyla dışavurulmuş ve yerini İttihatçıların
nihai zaferi denebilecek olan Cumhuriyet’in ilanı ile başka bir çatışma
düzlemine bırakmıştır.
Yorumlar
Yorum Gönder