İdeolojinin Yolları: Kesmek yok, Dönüştürmek var!



Şiirlerini Farsça kaleme alan ilk Osmanlı halifesi Yavuz Sultan, Şii Onikiciliği yol bellemiş, edebi dilde Etrak-i Bilidrak’in Türkçesini seçen Safevi Devleti’nin kurucu hükümdarı Şah İsmail’in Anadolu’daki faaliyetlerinden ürkmüş, taassup ehli babasının izinde ve pek de uzun olmayan fakat nedense böyle bilinen Uzun Hasan’ın otağından kaçıp gelen İdris-i Bitlis’in mihmandarlığında ilerleyerek Anadolu Türkmenlerini katletmeyi iş bilmişti. Cesetlerin yekunu hakkında bilgiyi yine aynı mihmandarın Selimşahname’sinden edinirken, Osmanlı’da Sünni taassubiyetin doğuşunun bu yıllara rastladığını da, Kürt aşiretlerinin Sultan Selim’e “Yavuz” beratını takmayı mümkün kılacak ölçüde Türkmen katlettiklerini de yine benzer kaynaklardan öğreniyoruz. Osmanlı mülkünün sahibi devletlülerin operatif anlamda “kullanışlı cellatları”nın, yeryüzünde Pax Ottomana’nın mürur-u zamana henüz uğramadığı yıllarda can verdikleri güç monarşisi, devletin modern bir aygıt olarak yeniden konfigüre edildiği Meşrutiyet devrinde, yüzyıllar sonrasının ilginç kişiliği Sultan Abdülhamid’e aynı Sünni taassubbiyeti bu sefer Anadolu’daki alevi köylerine cami inşa ederek sürdürme istenci veriyordu ki, ideolojinin işlevi diyebileceğimiz bu “bir takım tarihsel koşulları ebedileştirme” ya da Adorno’nun dediği gibi diyelim; “Dünyayı mumyalaştırma” saiki tüm berraklığıyla ortaya çıkıyordu. Aslında çökmekte olan bir devleti öyle ya da böyle ayakta tutmak isteyen mülkün sahibi, miras aldığını yeni araçlarla sürdürmeyi görev biliyor, şaşalı zamanların ruhunu canlandırmaya çalışıyordu.

Tam da bu noktada, Sünni endoktrinizasyonun düşman bellediğini “kesmek” yerine “dönüştürme”yi amaçladığı bu yeni tarz, modernizmin ideolojik hasletinin ne’liğine dair bize önemli bir nüansı gösteriyor. Pre-modern dünyanın özneleşmemiş kimlikler olarak var ettiği toplumsal unsurları ancak “kahr ile zaptolunduğu” ölçüde dizginleyen ve Allah’ın yeryüzündeki gölgesi-zillullah-i fi’l arz titr’ının gereğini yerine getiren haşmetli padişahlar, modernizmin toplumsal tanrıları öldürdüğü bu yeni dünyada, kendi hayatını kurgulayan modern bireyi ideolojik bir özne olarak yeniden ortaya çıkarmasına İslamcılık kartıyla cevap vermeyi akıl ettiler. Toplumsal hayatta canlı bir şekilde yaşayan kutsal -sacred dini alıp, yerine dünyevi-secular bir İslamcılık’ı veren bu dönemdir ve modernitenin gerçek çelişkilerine karşılık üretilmiş hayali bir çözümdür. (Levi Strauss) Bu çözümün pratik sonuçları arasında, Abdülhamid’in Yezidilerin dinini değiştirme, aman verip yola gelmeyenlere imam gönderme gibi sosyal mühendisliklerinin olduğunu (bugünün Türkiye’sinde de cari olan) ve modernitenin açtığı kapıdan giren İslamcılık’ın envai çeşit yöntemle yeni bir “toplumu endoktrine etme müessesesine” sarıldığını görmek gerekir.

Bektaşi olduğu bilinen Sultan Abdülaziz Amcasının yanında birkaç aylık bir Avrupa seyahatine çıkan Şehzade Abdülhamid’in zihninde beliren modern Batı’nın imajları, padişahın ideolojik dehlizlerinde Avrupa’nın iktisadi, kültürel ve siyasi emperyalizmine karşı savunulması gereken İttihad-ı İslam düşüncesini yeniden kurgulamasına yardım ediyordu. Bu düşünce, Paris Antlaşması ve Islahat Fermanı’nın yarattığı yeni denge ortamında Osmanlı ülkesinin Avrupalılaşmaya olan fikri direnişinden doğmuştu. Tam da bu diyalektik, “ikili karşıtlıklar semiyotiği” diye tanımlanabilecek yapının doğumuna neden olacak ve modern Türkiye’nin kültürel sathı mailini oluşturan iki büyük yarığın ilk nüvelerini ortaya koyacaktı.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Burjuvazinin Gizemli Çekiciliği Üzerine

Butimar’ın Boz Kanatları

1946'nın Sopalı Seçimleri vs. Örtülü Ödenekli 2015 Seçimleri - 1