Türkiye'de Meşru İktidarı Yeniden Düşünmek

Amin Maalouf. İlk olarak adını Mülkiye'ye girdiğim yıl, 2005'te, Mülkiye Felsefe Topluluğunun İonna Kuçuradi ile yazarın ilk denemesi olan Ölümcül Kimlikler üzerine yaptığı toplantıyla işitmiştim. Ve sonra yazarın ikinci romanı Semerkant'ı okumuştum. Bunu Doğunun Limanları ve Tanios Kayası takip etti. Etkileyici anlatımının yanında, Doğu'nun o mistik havasını kattığı yazını her zaman çok başarılıydı. Denemelerinin de aynı düzeyde etkileyici olduğunu geçen gün Beşiktaş Alkım kitabevinden aldığım "Çivisi Çıkmış Dünya- Uygarlıklarımız Tükendiğinde" başlıklı yeni kitabını okuyunca anladım. Kitabı tüketmem çok kısa bir zamanımı aldı. Verdiği keyif ise inanın hala sürüyor. Kafamı çalıştırmama sebep olan kitaplara, kısacası insana bilginin yanında düşünme imkanı ve muhakeme yeteneği kazandıran kitaplara olan bağımlılığımı size tarif edemem. Düşünmenin keyif verici, hatta ve hatta orgazm denen o, insana yaşadığı hayat içerisinde -varsayımsal- cennet keyfinin en büyüğünü yaşatan, olgudan bile daha çok keyif veren bir eylem olduğunu bana ve bize, Yüce İnsan Yahya Sezai Tezel söylemişti. Haklıdır vesselam.
Amin Maalouf'un son denemesinin içerisindeki özellikle Arap ulusalcılığı ve iktidarın meşruluğu arasındaki aksiyomlarına dayanan gözlemleri, geliştirdiği fikirsel bağlantı kesinlikle dikkat çekici. Kısaca özetlemem gerekirse; kitabın ikinci bölümünün ismi olan "Yoldan çıkmış medeniyetler" ilk olarak yazarın Atatürk hakkındaki yorumlarıyla başlıyor. Bu yorumun özünde aslında "yurtsever meşruiyet" kavramı var. Yazarın kendisinin geliştirdiği bu kavramın altını Atatürk'ün Anadolu coğrafyasında yarattığı etki dolduruyor. Şöyle ki; Atatürk Batılı güç odaklarının Osmanlı Devleti topraklarında hayasız ve şuursuzca yarattıkları yıkımı, onları ülkeden kovmak suretiyle bir ulusun şanlı direnişine çevirmeyi başarmış ve neticesinde de ulusunun kurucusu olarak "yurtsever meşruiyet"i gerçekleştirmeyi başarmıştı. Bu meşruiyetin ona sağladığı en önemli avantaj hiç şüphesiz ki halkının modernizasyonu aşamasında onlara istediği gibi yön verebilmesi imkanıydı. Yazar bu noktada kurduğu düşünce çatısını Arap ulusu ve Arap devletleri ile ilişkilendirerek geliştiriyor ve Camal Nasır'ın (Mısır ve Arap Dünyasının efsanevi lideri) benzer bir meşruiyeti sağlamış olduğunu belirtiyor. Fakat Nasır'ın kitapta açıklandığı üzere farklı sebeplerle başarısızlığa uğradığını söylüyor.
Yazarın bu ilgi çekici düşünce çatısı üstüne birkaç alıntı daha yaparak konuyu "bize" getireceğim.
Yazara göre Nasır'ın 1952 Mısır Devriminden, 1956 yılındaki Mısır'ın bağımsızlığına kadar gelişen sürede birlikte hareket ettiği Müslüman Kardeşler- Hür Subaylar hareketi, Nasır'ın liderliği ele geçirmesinden sonra tasfiye edilmeye başlandı. Bu tasfiye sürecinin fitilini de tabi ki Nasır'ın kendisi ateşlemişti. Çünkü Nasır devrime kadar birlikte hareket ettiği Müslüman Kardeşleri rakip olarak görmeye başlamıştı. 1954 yılında kendisine karşı düzenlenen suikasti bahane ederek örgütün liderlerinin bazılarını öldürttü, bazılarını hapse attırdı ve diğer bazılarını da kendi liderliğine karşı olan bazı Arap ülkelerine kaçırttı. Bu mücadelenin arkasından Nasır, Süveyş Kanalı'nın millileştirilmesi ve sonraki süreçte gelişen olaylar neticesinde Arap ulusunun gözünde milli bir öndere dönüştü. Böylece birlikte yola çıktığı Müslüman Kardeşler bir daha halktan güç alamayacak düzeyde zayıfladı ve Nasır'ın ölümüne kadar (1970) ortalıkta gözükmediler.
Nasır'ın iktidarını bir anlamda yaratan örgütle bağlantısını suikast söylentisi üzerine gerçekleştirdiği eylemlerle kesmesi benim özellikle ilgimi çekti. Haziran 2007'de Ümraniye'de bulunan bombalar üstüne başlayan Ergenekon sürecine dikkatli bakıldığında, dönem dönem örgütün Başbakan Tayyip Erdoğan'a suikast yapmayı planladığı iddialarının ortaya atıldığı görülür. Benim Maalouf'un geliştirdiği tez ile ilgili olarak kurduğum bağlantı da bu bilgi üzerine şekilleniyor. Suikast iddialarıyla ilgili olarak mahkemeye sunulan iddianamede gözlemlendiği üzere, kanıt olarak teşekkül edilen unsurlar Tuncay Güney'in adres gösterdiği bazı arazilerde yapılan kazılardan çıkan krokiler ve ihbar mektuplarıdır. Bu krokileri kimin oluşturduğu, suikasti kimlerin yapmayı planladığı ise belirsizdir. Fakat anlaşılan o ki, birileri tarafından kamuoyunun Ergenekon adlı terör örgütünün Türkiye Cumhuriyeti Başbakanına suikast yapmayı planladığını bilmesi istenmiştir. Ve bu iddiaların öyle ya da böyle halka intikalinde başarılı olunmuştur.
Açıkçası Gladio benzeri bir yapılanmanın Türkiye'de hala deşifre edilemediğine inanıyorum. Ergenekon iddianamesini elimden geldiğince okudum, iddiaların yabana atılacak türden olmadığına kanaat getirdim. Özellikle ele geçirilen bombalar ve Veli Küçük'ün emniyete verdiği ifadelerden anladığım kadarıyla (Saygı Öztürk- Belgelerle Ergenekon- 2008) bu tehlikeli örgütün deşifresi için tarihi bir kararlılık sergilenmekte. Fakat herkesin gözlemlediği gibi ben de Ergenekon'un özellikle Tuncay Güney'in ve isimsiz ihbar mektuplarının işaret ettiği iddialar ile kirletildiğini, bulandırıldığını gözlemliyorum. Bu anlamda yukarıda bahsettiğim Başbakana suikast girişimi de bu bulandırmaya dahil edilebilir tıynette. Fakat bunun ötesinde ben, bu iddianın, Başbakanın arkasında olduğunu bildiğimiz davanın yarattığı darbe karşıtlığı ve demokratik meşruiyet kazanılması sürecinde tamamen iktidar tarafından geliştirildiğini değil ama, desteklendiğini söyleyebilirim. Buradaki mantıksa hiç kuşkusuz Nasır örneğindekine benzer ve fakat Atatürk örneğindekine ters olarak, Batılı güçlerin icazetiyle başa gelmiş bir iktidar olarak bilinen Adalet ve Kalkınma Partisi oluşumu ve başındaki isim Recep Tayyip Erdoğan'ın, daha gelirken halk nezdinde sağlayamadığı meşruiyeti, kendisine yönelik bu tür baskı, komplo, suikast planı gibi taktiklerle sağlamaya çalıştığıdır. Acaba siyasal iktidar laik çevrelerin herkesçe bilinen darbe sevdasını, duygusal bir boyuttan çıkarıp reel bir sürece eklemleme projesi mi geliştirdi? Ve acaba bu projenin temel sacayaklarından biri de, Avrupa Birliği'nin Türkiye'yi birliğe katmayacağı yönündeki açıklamalarının kabullenilmesi mi? Yani demeye çalıştığım şey şu; Yurtsever Meşruiyeti sağlayamamış iktidarın Avrupa Birliği içine girerek sağlayacağı meşruiyetin çok açık olarak Fransa ve Almanya başta olmak üzere sözü geçen Avrupa ülkeleri tarafından engelleneceği varsayımı iktidarı bu tür iç politik manevralar yapmaya mı motive ediyor? Türkiye'nin Amerika Birleşik Devletleri'nin politikalarıyla çatışmaktan şiddetle kaçınan Başbakanı, eğer meşruiyetini Avrupa Birliği ile sağlayamaz da halk nezdinde gözden çıkarılırsa, halk tarafından batı karşıtı bir muhalefet partisinin başa gelmesi durumunda Türkiye, Amerika Birleşik Devletleri'nin sadık müttefiki olmaktan çıkar mı? Bu soruyu kendilerine soran Amerikalıların Berlin'de, Başkan Obama tarafından Alman Şansölye Merkel'i sıkıştırmaları, Fransız karizmatik lider Sarkozy'ye Türkiye ile bağlantılı olarak posta koymaları size de mantıklı gelmiyor mu?
Ergenekon davasının yakın bir tarihte sonuçlanacağını kabul etsek bile, nasılsa Yüksek Mahkeme- Yargıtay tarafından bozulacağını tahmin etmek için kahin olmak gerekmez. Ne olacağı bu kadar açıkken, bu kadar tantana, bu kadar gürültü sizce ne için çıkarılıyor dersiniz?

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Burjuvazinin Gizemli Çekiciliği Üzerine

Butimar’ın Boz Kanatları

1946'nın Sopalı Seçimleri vs. Örtülü Ödenekli 2015 Seçimleri - 1